Kerbelâ şehrinin İslâm tarihindeki şöhreti, Hz. Hüseyin ile ailesi fertlerinin hicri 10 Muharrem 61 (miladi 10 Ekim 680) tarihinde Emevîler’ce şehid edildikleri yer olması ve şehitlerin kabirlerinin burada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Kerbelâ isminin kökenine dair Akkadca “sivri külâh” anlamındaki karballatu kelimesinden veya Orta İbrânîce ve Ârâmîce’de aldığı karbalâ’dan, Arapça “Bâbil çevresi” mânasına gelen Küver Bâbil’den ve yine Arapça “ayakların yumuşak zemine batması” anlamındaki kerbele kökünden geldiği yolunda bazı görüşler ileri sürülmüşse de kesin bir sonuca varılamamıştır. Ancak kelime ismi hangi kökten gelir olursa olsun bu günkü İslam dünyası hafızasındaki yeri bambaşkadır. (Peygamberin çiçeğine bir damla suyun verilmediği yerdir Kerbelâ)
Kerbelâ olayı vuku bulduğu günden bu güne ilk günkü hafızası ile bu günkü hafızası arasında “duyuş” farkının olmadığı kanaatindeyim. Hem hadisenin vuku bulduğu 10 Muharrem yani aşure/Aşura günü olması nedeniyle hem de peygamberin en sevdiği torununun bütün ehli ile (Ehl-i Beyt’ten olması ayrıca bir üzüntü noktasıdır) şehit edilmesi, başı ile gövdesinin ayrılması derin hafızanın izlerinin hiç kapanmamasında en önemli nedendir.
Her ne kadar bazıları tarafından Hz. Hüseyin’in ve ehlilin susuz bir şekilde şehit olmaları abartılsa bile hiç kimsede Hz. Hüseyin sevgisi ve duyduğu acı diğerinden farklı değildir. Daha açık söylemek gerekirse bu gün gerek sünni ve gerekse şii camii ve mescitlerindeki levhalarda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isimleri en mutena yerlerine asılmaktadır.
Tarihi hafızaya mekânsal boyutu ile baktığımızda Hz. Hüseyin’in kabrinin olduğu yer “meşhed-i şerif” şeklinde anılmıştır. Aşağı yukarı bütün yöneticiler (parmakla sayılacak istisnalar hariç) türbeyi ve çevresini koruma altına almayı görev bilmişlerdir. Örneğin; Kanuni Sultan Süleyman 1534 yılında Bağdat’ı feth ettiğinde Kerbelâ’yı ziyaret etmiş harap olan türbeyi yeniden yaptırmıştır. Hüseyniye su kanalını yeniletmiştir. 1743 yılında yine bir Türk hükümdarı olan Nadir Şah burası için bir vakıf kurmuştur. Sultan Abdülhamid döneminde ise türbe yenilenmiş etrafındaki vakıflar tekrar ihya edilmiştir.
Ayrıca tarihi hafızaya sözlü-yazılı tarih açısından baktığımızda muharremiyeler geleneği önemli bir yer tutar. Muharremiyeler, veya “muharrem ilahileri” Ehl-i Beyt sevgisini gönüllere yerleştirmek, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in sevgisini işleyen ilahilerdir. Muharremiyeler edebi sanatların her bir şekli ve formunda olagelmiştir ve her kesim kendi ürettikleri edebi ürünlerine göre geleneksel olarak sürdüregelmiştir. Bunlara ilaveten ses sanatları, yazı ve süsleme sanatlarının en nadide örnekleri muharremiyelere, muharremliklere işlenmiştir. Bu yazılı ve sözlü gelenek İslam coğrafyasının tamamında her yıl muharrem ayına aşure ayı, 10 muharrem de aşure günü şeklinde isimlendirmelerle merasimler yapılmaktadır.
Geleneksel olarak hafızanın sürdüğü diğer bir durum ise Hz. Hüseyin Resûlullah’ın sevgili torunu, emaneti ve reyhânesi (çiçek demeti) olarak müslümanların hafızasındaki yerini evlatlarına Hasan ve Hüseyin adlarını vererek devam ettirmişler. Üstelik Anadolu’da bu isimleri olan kişilere Adıgüzel olarak hitap etmişlerdir.
Not: Hep böyle olmuştur.
Hz. Hüseyin Kufe’ye giderken yolda şair Ferezdak ile karşılaşıp Kûfe’deki durumu sorunca, “Halkın kalbi seninle, kılıçları Benî Ümeyye (Yezid’in adamları) iledir; ilâhî takdir ise gökten iner ve Allah dilediğini yapar”.